Orta Asya'daki "Kökten Dinci" Kimlik Üzerine Düşünceler

H.B. PAKSOY
Texas Tech üniversitesi


Dikkatimizi şu iki soru üzerinde yoğunlaştırmamız yerinde olur:

1) Kökten dinciliğin özdeşi nedir? Örneğin: Din, Milliyet ile aynı anlamı mı taşımaktadır?
2) Orta Asyalıların "kökten dinci" olması için kim daha heveslidir?

Çoğunluğu Hıristiyan öğretiyi kabul etmiş bir nüfusu ele alacak olursak, 1990 yılına ait olan şu rakamları ortaya koyabiliriz:
Bu nüfusa ait işlerliği olan 35,0481 kilise bulunmaktadır. Bu kiliseler 219 mezhebe ait olmakla birlikte üye sayısı toplam nüfusun % 58,6'sını teşkil etmektedir; bu sayının da 335,389'u papaz; 537,379'u rahiptir. Bahsi geçen ülkenin 52,025 öğrenci kapasiteli 203 papaz okulu vardır. Diğer mezheplere ait sınırlı sayıdaki okulları saymazsak, sadece bir mezhebin 8,913 okulu bulunmaktadır. Bu rakamlar denizaşırı bölgelerde İsa öğretilerini yayma ve misyonerliğe ait faaliyetleri içeren kaynakları içermemektedir. Bu siyasi mevcudiyet 3.5 milyon millik bir alana ve 248 milyonluk toplam nüfusu içerisinde 145,383,738 kilise üyesine sahiptir. Burada bahsi geçen siyasi bağımsızlık elbette ki; Amerika Birleşik Devletleri'dir.

Amerika'ya benzer bir kara parçası olma özelliğine sahip Orta Asya hakkında karşılaştırılabilir istatistiksel bilgiye sahip değiliz, ancak yaklaşık 80 milyonluk nüfusu oturulması mümkün olmayan alanlardan uzak bazı sulak arazilere yerleşmiştir. Orta Asya'da 1930'ların sonlarından 1990'lara kadar birkaç düzineyi geçmeyen öğrenci kitlesine sahip sadece iki adet papaz okulu (ilahiyat fakültesi) bulunmaktaydı. Bu dönemde çeşitli Sovyet istatistiklerine göre toplam etkin cami sayısı 100 civarında idi. 
Kutsal Kuran 1984 yılına kadar sınırlı miktarlarda yarım düzineden daha az basılmıştı. Din adamlarının tamamı devletin kontrolü altındaydı. Merkezin bürokratik organı eğitim için öğrencileri belirliyor ve aylık gelir bağlanan din adamları olarak devlet organı tarafından atanıyorlardı. Tüm "resmi" din adamları her dört Müslüman Tinsel Kuruldan birine işe başlayacaklarına dair malumat verirlerdi. 
Orta Asya'da Amerikan tarzı dini televizyon ve radyo istasyonları yerli değildir. Yaklaşık 12. ve 16. yüzyıllar arası erken dönemde, dinin yayılma ortamı ve yeni bir hükümdarın atanması edebiyat ve özellikle de şiir yoluyla olurdu. Bunun yanı sıra özellikle son iki yüzyıldır Orta Asya dini dışarıya yaymak yerine, hem İslam'a, hem de Hıristiyanlığa geçiş eğilimlerinin hedefi olmuştu. Orta Asyalıları çeşitli biçimlerde İslamlaştırma ve Hıristiyanlaştırma (mühtedilik) çabalarının kaynağı farklılık göstererek ve günümüzde de yenilenmiş bir gayretle devam ediyor.

Bu noktada Hıristiyanlık ile İslam arasındaki temel farklılıkları hatırlamamız yerinde olur: Hıristiyanlık genel olarak bir takım yönetsel kilise organı içerisinde işlemektedir. Hıristiyan mezhepleri içerisinde kilise papazının kendi cemaatinden olduğu kadar, aynı mezhepten olan bir piskoposa karşı sorumlu olduğu bir hiyerarşiye sahiptir. Piskoposun da sırayla daha yüksek seviyedeki bir rahibe karşı yükümlülükleri vardır. Bununla birlikte bazı mezhepler devlet tarafından desteklenen dünya çapında dini bir lidere sahiptir. Bunların hiçbiri İslam'a dair temel bir durum teşkil etmemektedir. Duaya önderlik eden kişi sadece kendi cemaatinden sorumludur. Bunun nedeni İslam dinindeki inanca göre ruh ile Allah arasında hiçbir aracının bulunmaması gerektiğidir. Bu düşünce 16. yüzyılda Protestan kiliselerinin kurulmasıyla sonuçlanan Hıristiyan devrimini cesaretlendirmişti. Her birey kendi kişisel düzeyinde ilahi güç ile diyaloga girecek ve mutlak bir kurtuluşa erecektir. Yine özünde İslam dini, ruhani ve kutsal dünya arasında hiçbir ayrım gözetmemiştir; dolayısıyla din ve devlet idaresi aynı bünye içerisinde yer almaktadır. Bu demektir ki, ister 8.yüzyıl Hilafeti olsun, ister 21. yüzyıl egemen devletleri, camiler siyasi yapının kontrolü altında değildi. Yukarıda da belirtildiği gibi, diğer taraftan Sovyetler Birliği dini yönetimi ele geçirdi ve kesinkes devlet kontrolü altına aldı. Mezhep ne olursa olsun hiçbir dini varlık güvenlik organının izni ya da bilgisi olmadan ortaya çıkamazdı. Benzer eserlerde de ifşa edildiği gibi amaç, nüfusu genel olarak devletin taleplerine daha itaatkar hale getirmek için bu dini etkiyi iktidardan uzaklaştırmaktı. Ne de olsa din genellikle yönetici sınıf içerisindeki meşruiyet konularıyla meşguldür ve belli bir siyasi sistemi veya siyasetçiyi destekleyebilir ya da karşı çıkabilirdi.

İslamiyet'in siyasi bir hareket, askeri bir güç ve ayrı bir medeniyet olarak doğuşu ve çöküşü üzerine birçok yazı yazılmıştır. Yapılan yorumların büyük bir çoğunluğu İslam dinini bir bütün olarak incelemeyi amaçlamaktadır. Gerçekten bazı uygulayıcılar ve hatta muhalifleri dahi İslam'ı bu şekilde ancak kendi çıkarlarına uygun olarak tasvir etmeyi seçmişlerdir. Kayıtlardaki bir ifade Hıristiyanlık gibi ulusal çıkarların her zaman bahsedilen sözde birlik konusundan önceliği olduğuna işaret etmektedir. Hıristiyan Avrupalılar 20. yüzyılda Dünya Savaşları esnasında on milyonlara varan sayıda birbirlerini haksızca öldürmüşlerdir. Keza Müslüman devletler de aynı dönemde benzer şekilde birbirleriyle savaşa girmişlerdir. Tüm bu savaşlar din adına mı gerçekleştirildi? Savaş zamanında muharipler bu kavgaların din adına yapıldığını iddia ettiler. Dahası taraflar kendi dinlerinin gerçek din olduğu üzerinde ısrar ediyor ve muhalif tarafın inancının ise dinsel görüşlere aykırı olduğunu söylüyorlardı. Ancak herkes aslında başka nedenler olduğunu biliyordu. Bu nedenler tüm insanlığın arzu ve hayalleri gibi değişkendir. Bazıları ekonomi ve hatta politika alt-başlıkları altında toplanabilir.

Bu sorunu daha iyi anlayabilmek için inanç sistemlerinin kimliklerini dış anlamlarından arındırılmış bir şekilde araştırmak yararlı olur. 

Birden fazla kimliğe sahip kişi veya yönetim biçimi oldukça olağan bir durumdur. Siyasi (siyasi parti tercihi), ekonomik (serbest piyasa ve sınırlı günlük ekonomik faaliyet biçimleri), inanç sistemleri (örneğin Budizm ya da Hıristiyanlık). Ancak seçimler ve durumlar burada bitmiyor. Bizler birey olarak tıpkı ebeveyn olmak veya belirli bir sosyal veya hizmet kulübüne üye olmak ya da belirli bir okuldan mezun olmak gibi kişinin kimliğine de katkıda bulunan bir oluşum olan dünyaya geliş sıramızı belirleyemiyoruz. Kimliklerin bu karmaşıklığı elbette bir bütün olarak sonuca katkıda bulunmaktadır. 

Yukarıda sözü edilen çerçeve içerisinde bu nedenle ihtiyaçlar ve ortak bedeller arasında çeşitli kimlikleri ve etkileşim ihtiyaçlarını araştırmak gerekli olabilir.

Yönetim
Orta Asya'nın devlet idaresi derin köklere sahiptir ve 10. yüzyıl hatta daha erken döneme ait ve günümüze kadar gelebilmiş el kitapları bulunmaktadır. Dinin siyasi sistemlerinin doğası ve kimliği avam ve ekolojik çevrenin ihtiyaçlarına göre evrim geçirmiştir. Her zamanki gibi (uzun vadeli yönetimin neticesinde ortaya çıkan) kaçınılmaz "hüküm yorgunluğu" yabancıların Orta Asya'yı "keşfettiği" andan itibaren başlamıştı. Bu yabancılar olaylara, kurumlara ve uygulamalara bakış açılarını yayınlamaya başlamışlardı. Ancak bu ziyaretçiler gerek işgalci ordu ile dolaşarak, gerekse bilgi toplamak veya ticaret yapmak amacıyla önyargılı fikirlerle Orta Asya'ya gelmişlerdi. Bu önyargılar hem ne bulacaklarına dair beklenti, hem de kişisel değer ve yeteneklerinin farkına varmalarıyla ilintiliydi. 
Maalesef basılmış olan bu yayınlar yakın ve uzak devletlere bir miktar dış siyaset seçenekleri için zemin hazırlamaya yönelik hizmet veriyordu. Bu uygulama Orta Asyalılardan umulan ve o bölgedeki durum arasındaki uygunsuzluk nedeniyle herkes için feci sonuçlar doğurdu. 
Bu yayınların bir çoğu iyi durumda ve halen kullanılıyor.

Çağdaşlaşmak için dış kaynakların baskısı sonucu ortaya çıkan yönetimler küresel ticarete açıldıklarında uzun vadeli yerel değerleri altüst oluyor. Bu aksayan yönetimler uygun olduğunu düşündükleri tarzda yaşam biçimlerini korumak ve devam ettirebilmek adına kimliklerini emniyet altına almak isteyeceklerdir. Ancak en nihayetinde diğer bir deyişle bunun savaş demek olduğunu anlıyorlar. 

Ne zaman bir problem ortaya çıksa us bu soruna hemen bir yanıt veya bir çözüm bulmaya çalışır. Ancak iktisattaki görünmez elin dışında, her zaman bunun için hazır bir el bulunmayabilir. Bu demek değildir ki yönetimler arasında iletişim olmamalıdır. Ancak sorun bu iletişimin hangi düzeyde olacağıdır. Ayrıca bu iletişimi sağlayanların nitelikleri, sayıları, ilgi alanları ve amaçları ne olmalıdır? Tayin edilen iletişimciler karşılarındakine kendi isteklerini empoze etmek amacıyla önyargılı saptamalarla ortaya çıktıkları taktirde, bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlanabilir ve aradaki düşmanlık yeniden baş gösterebilir. 

Barış, sonsuz barış sadece bütün yönetimlerin küresel katılımları ile planlanabilir. Bunu savunmak veya kanıtlamak zordur. Bazı yönetim sistemleri kalıcı bir çatışma için tasarlanmıştır ki bu çatışma olmadan hayatta kalamazlar. Bu tip istisnai sistemleri fes etmek için diğer yönetimler silahlanmalı ve gerçek bir savaş açmalıdırlar. Bu amaç uğruna ilave güç ve lojistik tesis etmeye olan gereksinim Napolyon'un şu sözünü hatırlatıyor: "İnsan bir süngüyle onun üstüne oturmak dışında her şeyi yapabilir."

Yönetimin federatif modeli merkeziyetçi ve otoriter yapının aşırılıklarını kontrol etmek için bir çözüm teşkil etmektedir. Bu durumda, çıkarılan yasalar, çoğunluğun adına yönetici seviyesinde ilan edilen kurallar (gerçekten çoğunluğun kararını yansıtıyorsa), azınlığın ya da azınlıkların gereksinimlerine ve isteklerine uymayacaktır. Peki bu uyumsuzluk çoğunluk tarafından da izlenen hakların bir ihlali olmayacak mıdır? Azınlık bazı şartlara boyun eğmeye, örneğin 'verimlilik' adına belli bir ürünü almaya zorlanmayacak mıdır? Sözgelimi eğer üretici genetik donanımdan geçmiş tarım ürünlerini üretme ve pazarlama hakkına sahipse, tüketicilerin de bunları kabul etme ya da reddetme hakları olmamalı mıdır?

İnanç
İnanç sistemlerine yönelik saldırılar Orta Asya'da yaşayan, son bin yılda bir dizi büyük kampanyayı göğüslemiş olan insanlar için nadiren görülen şeyler değildir. Ancak Şamanizm, maneviyat, cesaret, bedensel cesaret, konukseverlik ve cömertliğe dayanan bilinen ilk inanç sistemidir. Şamanizm'in ayırt edilebilir iki temel dalı vardır: bilinen ilk tektanrıcılıklardan birisi, Tengri; ve ikili ilahi varlık Erlik ve Dirlik (sırasıyla Gökyüzü ve Yeryüzü tanrıları). Zamanla Türk Şamanizm'i Zoroastrianism, Budizm, Mithraism gibi komşu inanç sistemleri ile irtibata geçti ve sembolleri (imaj ve bilgi) ya da önemli eskatolojik bakış açılarını değiş tokuş etti. İslam'ın Şamanist topraklara girişi yeni gelenekler yarattı ve bazı durumlarda her iki inanç sisteminin de temellerini ciddi şekilde aşındırdı. İslam'a karşı Şamanist direnişi gösteren tüm Orta Asya'dan gelen sayısız şiirler ve öyküler vardır. Örneğin, bir Türkmen atlı yaya bir akrabası ile karşılaşır. Akrabası bozkırın uçsuz bucaksız toprağında kendine özel bir alan biçimi yaratmak için yere bir dal koymuş ve arkasında namaz kılmaktadır. Atlı namaz kılan akrabasını azarlar:

Anan, atan işidür
çarpmak, yıkmak, talamak
Kim kodu sana
çöpe tapmak, toprak yalamak?
Bir başka örnekte, İslam'ın kuralları bir Kazak toplantısında açıklanırdı. Vaiz mesajını gözden geçirmek ve güçlendirmek için meclise şu soruyu sorar: "Peki, Kazaklar cennete nasıl girecekler?". 
Toplantıdakilerden birisi buna duraksamaksızın yanıt verir: "At sırtında."

Bazı Türk gruplarında, şiirde cetlere saygı şu şekilde ifade ediliyor: 

Kök kümbezin kürüldetip,
úrkütme bizni Biy Temir;
Qaraqaş taşın qımıldatıp,
Qorkutma bizni Biy Temir
Haris Sisenbay, c. 1922 Elbette birçok gazel hem İslam, hem de Hıristiyanlık için yazılmıştı. Aşağıdaki örnek her ikisini de birleştirmeye çalışan "füzyonist" (Türk Şamanizmi ve İslam öğretiyi birleştiren) bir şiirdir.

Bir kapıdan Baba Ilyas çıktı
Ayak çıplak baş açık sine üryan
Erenler katında ulu kaçıktı
Yarı İslam idi yarı Şaman
Belki de Türk atasözü "Avcu nice al bilse, Adük anca yol bilür" halen anlamlıdır.

Ekonomi
Son aylarda Orta Asya'da "modernleşme etkileri" üzerine yapılan çalışmalar ortaya çıkmaya başladı. Bu incelemeye göre üçüncü dünya ülkeleri küresel sürecin bir parçası olarak kapitalist tüketim malları içerisinde boğuldu. Bu durum sermayenin esasen fakir ülkelerden zengin ülkelere, ekonomisi zayıf olanları daha da yoksullaştırarak akışına neden oldu. Esnaf, tüccar ve diğer sınıflar işsiz kaldıkları için gelir üretimi azaldı. Dolayısıyla fakirlik daha da derinleşti.

Yukarıda öne sürülen düşünce hem Marksist hem de Kapitalist görüş olabilir. Sadece önerilen çözümler farklılık göstermektedir. Marksist düşünce tarzı tüm dış müdahalelerin durdurulmasını ve yabancıların kendi ülkelerine dönmelerini talep ediyor. Kapitalist düşünce tarzı ise yardıma muhtaç ülkeler için kredinin finans kurumlarından sağlanmasını önermekte.

Ekonomik, politik ve askeri kurumlar birbirlerine kenetlenmiş desteği teşkil etmektedirler. Bunlardan birinin diğer ikisinin üzerinde herhangi bir üstünlüğü var mıdır? Mutlak rejimlerde dahi bu üç kesime ait kurumlar ayrılamaz. Ancak bu ayrılmazlık mutlakıyetçileri denemekten alı koyamıyor. Marksistler ulusal özgürlük saflarını talep eder ve finanse ederken, Merkantilist tekelciliğe geçirilen Kapitalistler ortak girişim ve serbest ticaret üzerinde ısrar ediyorlar. Her iki taraf da önceki geri çekme isteklerine karşın üçüncü bir tarafın toprakları üzerinde askeri birliklerin konuşlandırılması taleplerini içeren askeri bir çözümü arzu edecekler.

Şimdiye kadar öneriler ve talepler dışarıdan içeriye aktarılıyordu. Henüz kimse genellikle günlük hayattaki uygulamalara başvurulmadan tasarlanan dış kuramların hedefi haline gelen halka fikir sormuyordu. İşte bu noktada "kimlik" konuları açıklığa kavuşuyor.

Küresel ticaret diğer bir deyişle savaş demektir. Kaybeden taraftan kazanan tarafa varlık ve kaynakların aktarımı girişimidir. En fazla varlığı toplayan taraf yüce taraf olarak atfediliyor. Küresel savaşları engellemek adına dünya hükümetinin gerekliliği II. Dünya Savaşından bu yana tartışıla gelmiştir. Bu özde iki yüzyıl önce iki ana farklı versiyonda terakki eden bir fikirdir. Thomas Hobbes tarzında bir düşünce çeşitliliği (Hobbes'un Leviathan eserinde anlattığı gibi) güçlü merkezi bir otoritenin belirlediği buyrukları empoze etmesine dayanıyordu. Diğer taraftan Mill, ticaret bazlı tümüyle bağımsız barışa teşvik edici bir çevre öngördü. Sonra Kant kozmopolit yasalar yoluyla her ikisini birleştirmeyi denedi. Her durumda ulus-devlet egemenliği kozmopolit yasalar lehine azaltıldı. Bu yazılar Birleşmiş Milletlerin ve Dünya Ticaret Örgütü'nün mevcut yapısını etkiledi.

Her iki yaklaşımında inisiyatifin, kaynakların ve egemenliğin bireyden henüz güvenilirliği test edilmemiş çokuluslu örgütlere emsalsiz aktarımı ile ilişkilendirilebilirliği tartışılabilir. Bu prensipler üzerindeki yeni deneylerden bir tanesi de Avrupa Birliği'nin oluşumudur. Geniş bürokratik yapıya ilaveten AB ayrıca Strasburg merkezli yasama organına sahiptir. Ne var ki, Avrupa Parlamentosu çokuluslu örgütleri düzenleme yöntemlerinden yoksundur.
Öte taraftan, Avrupa Parlamentosu'nun bu gibi yöntemlere sahip olması gerekiyorsa, nüfusun maksadını aşmanın beraberinde getireceği bir tehlike de her zaman bulunmaktadır. Bu da büyük ihtimalle o yapıyı daha güçlü bir imtiyaz bahşetmiş olmasındandır.

Muhtemelen tüketici hakları Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) gibi Amerika dışından bir devletin sorunlu bir kişi veya firması, Amerika'daki iş ayağının sona erdirilmesi için basına kapalı gizli bir toplantı ile baskı yapabildiği anlaşmaları uyarlamalı ya da dikkate almalıdır. 

Kimlik üzerine Düşünceler
Mesele derhal kültürel bir hal alıyor, dolayısıyla da bir kimlik sorununa dönüşüyor. Dahası ilgi ve mücadele belirli bir ürün yerine entelektüel verim üzerindeki düşünceler ve ona yaklaşımların üstünlüğü üzerindedir. Kültürel anlamda önerilen bir çözümün tohumlarını içeren bir "sorun" tanımlanmaktadır. Bir devlet sorunun kendisi olarak algılandığı takdirde yok edilmeli midir? Peki ya aynı devlet yönetimi kendinden önceki yönetimi bir problem olarak algılarsa ne olur? Ortaya muhtemelen ne çıkabilir? Karşılıklı yok etmek mi? Örneğin, diğer yönetimlerin çelik üreticileri Amerikan çelik fabrikalarını bu işin dışına itmeye kalktığında asıl sorun neydi ve bunun sonuçları neler olmuştu? 1960'lar ve 70'lerde uluslararası terörizm dalgaları Avrupa'yı istila etmişti. Önde gelen Avrupalı siyaset adamları kaçırılmış ve 
öldürülmüşlerdi. Yakalandıklarında suçlular kendilerini kanunları çiğnemeye hakları olduğu iddiasıyla savundular ve bu hak hiçbir otorite tarafından engellenemedi. Bazı adlŒ organlar ve Düşünce İşverenleri  anladılar ki iddianın gerçek doğası kanunların doğasını ve bununla alakalı maksadı vurgulamaktı. Bu sıralarda hiçbir devlet yönetimi herhangi bir askeri güç tarafından müdahaleye maruz kalmamıştı.

Görünen o ki, bir dünya devletinin, önerildiği üzere halen bazı konular hakkında azmetmesi gerekmektedir. Bir kayığın kıç tarafından önce uç tarafı gidilecek yere ulaşır. Ancak kayığı varılan yerde 
kılavuzluk eden kıç tarafıdır.

Böylece, kimlik bir bileşiktir. Birçok madde dışarıdan katı, değişmez bir kütle gibi görünen bir solüsyonun içerisine karıştırılmıştır. Bu işlem kimliği kesin parametrelere sahip olabildiğince sıvı bir yapı yapmaktadır. Bileşimde yön değiştirmeler öngörülebilir. Bu demektir ki, öfke ve umutsuzluk kazanç azaldığında ya da kaybolduğunda gösterilecektir. Bilmediğimiz bir şey var ki o da aynı durum içerisindeki bu insanın hatta bir insan grubunun ne zaman sağlam bir harekete geçeceği, örneğin çeşitli anlamlarda isyan edeceğidir.

Kimlik bileşenleri güçlü bir şekilde kültürden etkilenmişlerdir. Kültür gerçek anlamda aklın geliştirilmesidir. Bu yer ve zaman açısından kesindir. Kuşaktan kuşağa, babadan oğula devredilen neydi? 
Bir jenerasyondan diğerine aktarılan değerlerin bileşeni muayyen bir yönetim şeklinin genel kültürünü belirlemektedir. Bu hem değişken, hem de sabittir. Söz konusu olan bu çelişki en iyi belirli bir kültürü öğrenmekle anlaşılabilir.

Eğer belli bir yönetimin özel hayatta belirli prensiplere sabit bir bağlılık kültürü varsa, örneğin bir Amiş hayatı gibi, o zaman sonradan sabit prensip ile geniş toplum arasında bir çarpışma olacaktır. Gerçekten. Ohio ve Pensilvanya'da at arabaları ve otomobiller arasında düzenli kazalar olmaktadır. Bu tip kazalar toplum içerisinde belirli bir gerilim yaratıyor mudur?

Dünyanın birçok yerinde jenerasyonlararası çatışmaların sonuçları ilk jenerasyondan bu yana görülmektedir. Ehemmiyette veya değişimdeki bu hareketlilik yanı başında değişen şartlar tarafından zorlanmaktadır. 
Ancak derinliğin ve değişimin çeşitliliğini kabulleniş bir yönetimden diğerine farklılık gösteriyor. Bu bir yönetimin değişimin ya da onun hızının altından kalkamadığı için değildir. Öncelik belirli bir kültürün mayalanmasıyla ilişkilendirilmiştir. Nasıl ve ne öğrenildiği ile.

Marksist kültür, örneğin "aydınlanmak" kavramını yetkilendirme ile eşit tutuyor, böylelikle bireyler kaderlerini kendi ellerinde tutabiliyorlar. Diğer taraftan Kapitalistler ise sonuna kadar çözümün "eğitim" de yattığına inanıyorlar. Her ne kadar terminoloji farklılık gösterse de, her ikisi de aynı metotlar ve aynı çareler ile bitmektedir. Gerçek yarışın aslında kendi ideolojilerini yorumlayan ve kararlı bir şekilde uygulayan iki grup arasında olduğu ortaya çıkmalıydı. Hedef yönetim bir tartışma zemini, ödül ya da en iyi tahminle bir test laboratuarıdır.

Bir süre sonra hedef yönetim ya da rakipleri hayatlarını etkileyen ve değiştiren dış etkenleri tayin etmeye başlıyor. Bu yabancı düşünceler kendi kültürleriyle yoğrulmuş kendi istek ve beklentilerine karşı olarak ortaya çıkıyor. Sonuç olarak hayat tarzlarına dışarıdan yapılan müdahaleleri ortadan kaldırmak amacıyla harekete geçmeye karar veriyorlar. Tercih ettikleri yöntemler bir yönetimden diğerine farklılık gösterecektir. Ancak aynı zamanda tüm hizipler tarafından onlara yöneltilen bu yöntemlerden bir şeyler öğrenecekler. Bu dahil olan taraflar için pahalıya mal olacak.

İnanç sistemleri her zaman için insan davranışlarının bir parçası olmuştur. Bunun yanında inanç sistemleri arasında her zaman ateşli bir rekabet de baş göstermiştir. Bu rekabetin akabinde harekete geçmelerine neden olan düşüncelerin kendisi midir, yoksa tesir ettikleri aktörler mi? Aktörler inanç sisteminin temel ilkelerini gerçekten ne kadar iyi anlıyorlar? Orta Asya kavgaya en son dahil olan İslam'la birlikte inanç sistemlerinin savaş alanı olmuş ve olmaya devam etmektedir. Ayrıca İslam'ın birçok yorumu sadece yerli gruplar tarafından değil, yabancı gruplar tarafından da yapılmıştır.
Yabancı grupların bu tip girişimlerde çoğunluğu oluşturması sebebiyle bir üstünlüğü olabilir.

İnanç sistemleri yönetime bırakıldığında yeni konular ve olası çözümlere önayak olarak ekonomi, politika ve askeriye üçlüsü ile etkileşim haline geçiyor. Zaten kalabalık olan bu matriksi komplike hale getiren şey hepsinin olmasa da birçok inanç sisteminin altbölümleri olmaya meyillidir. Bir inanç sisteminin yerli unsurları içlerinde kendisiyle çelişen doktrinler içerebilir ve içermektedir.
Bu tarz çatallaşmaların ortaya çıkması sömürmek için dış zorlamalara karşı ideal bir açılımdır. Hedef yönetim dış oluşumlara ve onların amaçları ve metotlarına itiraz ettiğinde dışarıdan olanlar gizli metotlara başvurabilirler ve vuracaklardır. Gerçekte kendi yollarına devam etme konusunda ısrarcı davranacaklardır.

Kayıtlı tarih boyunca savaş benzeri bir hareket her zaman için saldırgana aynı türden bir harekete neden olmuştur. Bunun bir uzantısı olarak, gizli operasyonlar açığa çıktığında ve sonuç olarak halka açıklandığında aynı tepki beklenebilir. Bu tepkilerin suçlularla aynı düzeyde olması gerekmez. Hedef alınan yönetim zamanlamayı ve metotları seçecektir. Uzun bekleyişten, sonsuz yıllardan sonra bile.

Eğer yabancı yönetimlerin gizli güçleri sömürmek için inanç, yönetişim veya ekonomik sistemler ikilemi üzerine yoğunlaşmayı seçerse, bu demek değildir ki hedeflenen yönetim buna nazikçe karşılık verecek. Ama elbette ki bir şekilde yanıt vereceklerdir.
Hem otoriter, hem de merkantilist sistemler birbirleriyle rekabet ederlerken aynı zamanda askeri nitelikli bir operasyon başlatacaklardır. Belirli bir etkinlik düzeyinde bu operasyonlarda karşılıklı ödün vererek uzlaşılacaktır. Afganistan ve diğer Orta Asya'da tam anlamıyla olan budur. Afganistan'ın sadece Orta Asya'daki yakın komşuları değil, aynı zamanda diğer bölgelerdeki yönetimler de çatallaşan inancın sömürülmesine ve yönetişim sistemleri sürecine dahil olmuşlardır. Ekonomik ve politik tahribatlardan ötürü büyük acılara maruz kalan hedef nüfusun bir kısmı, kesin olarak bir şekilde bu kışkırtmaya yanıt verecektir. Bu da askeri müdahale ile olacaktır. 
Bu askeri müdahale ister istemez 17. ve 20. yüzyıldaki merkantalist ve kapitalist sistem arasındaki mücadeleyi içeriyor. Merkantalistler dünyayı değiştirmeyi amaçlarken kapitalistler sebatla bu harekete direnmişti.

Orta Asya, her ne kadar büyük bir toprak parçası olsa da, kültürel anlamda bir abide sayılmaz. Afganistan, İran ya da çok yeni bağımsızlıklarını kazanmış olan Kazak, Kırgız, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan'dan daha değişik bir tarihe ve kültüre sahiptir. Bu devletler arasında bile, örneğin Tacikistan'ın deneyimi yakın komşusu Özbekistan'ınkinden bile farklıdır. Mesela, Afganistan 20. yüzyıla kadar bir devlet değildi. Orta Asya'nın beş devleti de daha geniş bir oluşum olan Türkmenistan'ın bir parçasıdır. Geniş azınlıkların varoluşunu simgeleyen Afganistan'da konuşulan diller diğer yerlerdekine benzememektedir.

Beklentiler
1) Değinilen yönetim kendi haline bırakıldığında siyasi anlamda mı, yoksa ekonomik olarak mı gelişecektir
2) Her ne şekilde olursa olsun herhangi bir dış müdahale a) Hedef yönetimin idari tabakası tarafından b) yönetimin halkı tarafından ne kadar tolere edilebilir? 

Bölgenin siyasi sistemleri dış otoritenin çeşitli gizli hizmet biçimlerindeki müdahalesi öncesinde yerel gerçekliğe göre tasarlanmış veya geliştirilmişti. Bu "doğu" ya da "Oryantal" yönetim sistemleri "saf", "ilkel" gibi sınıflandırmalarla (tanımlamalarla) bin yıldan veya daha fazla bir süredir, dünyanın "batı" uzantısı içerisinde keşfedildikleri ya da tasarlandıkları son iki yüzyıldan beri mevcuttu. Bismarck 19. yüzyılın sonlarında Yönetime Katılım Birimlerini (fabrika birlikleri; işyeri temsilcileri vs.) tasarlarken veya çok partili ve koalisyon girişimleri yanı başlarında gerçekleşirken, buna benzer sistemler Afganistan ve doğuda uzunca bir süredir işliyordu. Bu sistemler onları açıklamak için üniversiteye bağlı sosyal bilim adamları terminoloji kitapları yayımlamadan önceki kurulu kurumlardı.

Tüm bu Yönetime Katılım Birimlerinin eski ve yeni sistemleri belli bir nedenden ötürü ortaya çıkmıştı: o da kaynakları paylaşmak ve yönetimi dengede tutmaktı. Her Yönetime Katılım Birimi üyelik gücü ve liderlik vasıflarıyla elde edilebilecek olanın varsaydıkları adil paylaşım için çalıştı. İşlev konusunda kim ne kadar su temin ediyor, kim golf kursu kurmak veya uzaya turist olarak gitmek istiyorsa aynı prensipler üzerinde çalışıyor. 

Bunun bir açıklaması da (genellikle daha yumuşak ifadeyle yabancıların kaynak paylaşımı hazırlığı olarak algılanıyor) şöyle; otoriter veya merkantalist yönetimler tarafından hedef alınan yönetimler empoze edilmek istenen yakın meziyetleri değerlendirecektir. Sonunda hedef yönetim üyeleri dışarıdan gelecek teklifi uzun zaman önceden beri orada varolanı korumak adına reddedebilir. Hedef yönetim üzerindeki baskı arttıkça, itirazlar da daha enerjik olacak ve karşı önlemler artacaktır.

Yozlaşma, tanımlanan himayelere karşın değişik şekillerde meydana gelecektir. Yozlaşma yönetimin kurallarını yıkmak için temelde başvurulan bir girişimdir. Kuyruğu atlamak için yapılan bir hamle, alt grubun çıkarları için saptırılan kaynaklar veya geri kalan yönetim şeklinin zararına bir birey. Eğer yönetim şeklinin kuralları uygulamak için başvuracağı etkin bir merci yoksa, yozlaşma eninde sonunda sistemin ve de yönetim şeklinin çökmesine neden olacaktır. Bazı yönetimler gizli servislerini tam yetkiyle yozlaşma ile başa çıkmak üzere görevlendiriyor. Yozlaşmanın kökünü kurutmak için diğer yönetim şekillerinin gizli servisleri ile işbirliği yapıyorlar ve sonunda kendileri yozlaşıyor. Yönetimin tamamı insan hakları ihlalleri ve gelir dağılımındaki çarpıklar da dahil olmak üzere bir sürü kötülükten muzdarip. Yozlaşma siyasi ve ekonomik sistem ile birlikte dışarıya yayıldığında, alıcı bunu sadece kabul etmemekle 
kalmaz, ayrıca sürecin kusurlu doğasına tepki gösterir ve kendi kullanımlarında onunla mücadele etmeyi tercih eder.

İnanç sistemlerini istismar edenler yukarıda bahsedilen düşünceleri yok etmekte oldukça ustalar. Genellikle ne zaman yeni bir sistem gelse varolan sistemle savaşmak zorunda kalıyor. Yeni üyeler ya da din değiştirenler değerlerini kanıtlamak için uzun zamandır bu sistemin içinde yer alandan daha istekli olacaktır. Aynı şekilde, eski sistem yandaşları intikam peşinde olacaklar. Öç alma metotları mutlaka dikkat çekici değildir, intikamın kendisi vardır.

Sözde kökten dincilik melezdir. İlk önce bir grup hoşnutsuz bir insan topluluğu vardır. İkinci olarak inanç sistemini hem kurumsal, hem de kişisel çıkarlar için taciz eden bireyler ve gruplar vardır. üçüncü olarak ise dışarıdaki ilgili gruplar aynı insanlar üzerinde istenilmeyen bir baskı kurarlar. Meydana gelen karışım aşırı derecede güçlü olabilir. Ayrıca kökten dincilik, kendi kökenine ve konumuna aldırmaksızın diğerlerini yapılan bir tek silahlı ziyaretin askeri bir istilaya sebebiyet vermesi gibi cesaretlendirecektir. 

20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Orta Asyalı siyasi hareketler, zorlayıcı Sovyet metotları uygulanmaya başlanmadan önce, din ile devlet arasındaki ayrımın önemine işaret etti. Bu durum zaman içerisinde hazırladıkları platformlardan ve programlardan takip edilebilir. Bolşevikler askeri olarak Orta Asya'yı Sovyetler Birliği'ne dahil etmek istediklerinde laik ve bağımsız bir Orta Asya devlet planları da ertelenmişti.

Sonuç olarak; kökten dinciliği bir perspektif içerisine yerleştirmek gerekirse, belki de baştaki iki soruyu tekrarlamak gerekmektedir:
1)Din milliyete eşit midir?
2)Orta Asyalıların kökten dinci olmaları için kim daha fazla can atıyor?

No comments: